30 Aralık 2013 Pazartesi

Yeni Yıl Dileklerim






'' ah, kimselerin vakti yok
durup ince şeyleri anlamaya ''*

biliyorum, siz kesin kara saçlarınızı yine de

''kestim kara saçlarımı n'olacak şimdi
Bir şeycik olmadı -deneyin lütfen- *


demişti inceliklerin şairi. Denemekten korkmadığınız, tazelendiğiniz, yenilendiğiniz, arındığınız bir yıl olsun, bahar tazeliğinde... Gidenlerin yerine yenileri koyabildiğiniz, kırgınlıklarınızı, öfkelerinizi, yılgınlığınızı doğru kanallardan akıtabildiğiniz, gözlerine bakıp da birbirinizi anladığınız güzel insanların hep yanınızda olduğu bir yıl olsun. Durduğunuz eşikte aklınız ve kalbiniz birlikte rehberlik etsin size.

Meraklı, istekli, diri, ferah, sağlıklı,  huzurlu, bol kitaplı, patili...

Daha sayayım mı? Saymayayım, aslında fotoğraf yeni yıldan beklentilerimi yansıtıyor. Nazenin, kırılgan tarafımı, bahara, sadeliğe, hem de tatlıya  olan düşkünlüğümü . Yeni yıla ağzınız tatlı girin istediğimden bu tarifi uygun gördüm bugün için. Aslında hiç aklımda yoktu şu görüntü. Haftalardır fırınımla aramıza giren soğukluğu gidermek için yapmıştım limonlu keki. Blog fırtınasının ucunu iyiden iyiye koyverdiğim günlerde Zehra'cığımda gördüm tarifi. Genellikle onun şahane pastalarına bakar iç geçiririm. Lamington keki görünce dedim ki benim limonlu kek de dönüşüversin lamingtona, iç geçirmem hiç değilse bu seferlik,  iyi de ettim ! Tarifim şöyle:


Malzemeler:


  • 1,5 su bardağı toz şeker
  • 3/4 su bardağı limon suyu
  • 125 gr adet limonun kabuğu rendesi
  • 3/4 oda ısısında tereyağ
  • 1 su bardağı süt
  • 4 yumurta
  • 2,5 su bardağı un
  • 1 paket kabartma tozu
  • 1/2 çay kaşığı karbonat
  • minicik tuz

Sos için:

  • 200 gr süt kreması
  • 100 gr bitter kuvertür

Hazırlama:



Toz şekere limon kabuğu rendesi eklenerek parmak uçları ile ovalanır.

Yumurtalar eklenerek şeker iyice eriyene dek çırpılır.

Sırasıyla limon suyu, tereyağ, süt eklenir ve çırpılır.

Un kabartma tozu ve karbonatla birlikte elenerek eklenir.

Tuz da katılarak tahta bir spatülle iyice karıştırılır.

Yağlanmış tepsiye ince bir tabaka halinde dökülür.

Önceden ısıtılmış 200 derece fırına verilir.

Beş-altı dakika sonra fırının ısısı 180 dereceye düşürülür.

Pişip kürdan testinden geçen kek fırından alınır.

Dışını kaplamak için süt kreması küçük bir kaba alınır ve kısık ateşte ısıtılır. (kaynamayacak)

Bitter çikolata eklenir ve karıştırarak erimesi sağlanır.

Çikolata eridiğinde sos ocaktan alınır, karıştırarak soğutulur.

Kek de yeterince soğuduğunda küçük kareler halinde dilimlenir ve bir çatala batırarak önce çikolata sosa, sonra tabakta bekleyen bolca hindistan cevizine bulanır.

Bu nefis tadın yıl boyunca damaklarınızdan eksilmemesini diliyorum.

sevgiler

Necla





* Gülten AKIN


23 Aralık 2013 Pazartesi

Yılın Enleri-2

Yılın enlerine nefis çörekotlu kurabiyelerle devam ediyoruz.



Sırada baharın güzelliği çileklerle, bezelerle donanmış kuplar var.



Şahane, her şeyiyle tastamam bir et yemeği ile kısa bir ara verip, son üçü bekleyelim.




10 Aralık 2013 Salı

Çikolata, Her Dem !




Daha evvel kardan, soğuktan, pazar tezgahlarındaki donuk renkli sebzelerden, marketten aldığın kokusuz ayvadan, erimiş karlardan, buzdan, ıslak kaldırımlardan, şemsiyeden, kat kat giyinmekten, sıcak evinde evsizleri, yakacağı olmayanları düşünmenin verdiği huzursuzluktan, birbirine sokulup ısınmaya çalışan sokak kedilerini düşünmekten, puslu sabahlardan, yumuşak battaniyeden, çiçeksizlikten, ayazdan, kuş cıvıltısını özlemekten, hava durumu haberlerinden   duyduğun  sıkıntıdan  kurtulmak için sarılmışsındır bir dilim keke ve çikolata kavanozuna.

Bugün telefonun ucundaki ses dünyanın en güzel sesi olmuştur, dökülen aşk sözcükleri ayaklarını yerden kesmiştir. Sen yine elinde çikolata kavanozu ve kaşıkla bulmuşsundur  kendini...

9 Aralık 2013 Pazartesi

"Kalbin, aklın tanımadığı gerekçeleri vardır.''



Bir kafedesiniz, başınızı kaldırdınız ki kimi göresiniz! “Kimi” kısmı size kalmış, buyrun yazıda anlatın.

der blog fırtınası dokuzuncu gün ödevim. Başımı kaldırdığımda görmek istediğim kişi bir roman kahramanı. Sıcak Külleri Kaldı'da sevip, ayrılırken üzüldüğüm,  Erguvan Kapısı'nda bulunca sevindiğim o güçlü kadın: Ülkü Öztürk.

Onunla kahve içmek istiyorum Bozcaada'da denize karşı, püfür püfür. Saçları uzamış olsa yine, rüzgardan zaman zaman yüzünü kapatan saçlarını Arın'ın hediyesi tokayla toplasa, sohbet etsek, neşeli.  Geçmişini ayrıntılarıyla bildiğim, hüznüne, acılarına ortaklık ettiğim, hatta ağladığım bir kadınla karşı karşıya olmanın şaşkınlığından kurtulamasam.

Aşk, devrim, inanç, yılgınlık, direniş, hasret, sürgün, evlat, anne, Umut, gitmek, vazgeçmek, özlemek, acı, dayanmak, işkence, cezaevleri, açlık grevleri, ölüm oruçları, kaybetmek, kavuşmak, telefon başında beklemek ... Ah ne çok şey var onunla konuşmak istediğim!

Hep tehlikeli sularda gezilmiş ve geri çekilmeye niyet edilmemiş, gelecek planı kurulmamış, cesur sevişmeler, keder ve çaresizlik barındıran, doyasıya yaşanamamış bir aşktan kalanları konuşmak istiyorum. Yıllar da geçse baştan alınan, ilerlemeyen,  bitirilememiş '' her ayrılıktan sonra küllendiği sanılan ve her defasında kendi küllerinden doğan''* Arın Murat ile aşklarını, yirmi beş  yıl sonra karşılaşmanın ağırlığını anlatsa bana.   Ve bu aşka eşlik eden mimozalar, papatyalar geçse gözlerimizden...


Sonra hayatına giren diğerleri: oğlu Umut, Ömer Ulaş, Derin, Theo ve diğerleri... Hepsinden biraz konuşsak. Sürgün yılları, yıkılan Berlin Duvarı, yıkılan heykeller, sorgusuz sualsiz inanılan  sosyalizm, devrimci geçmiş, kuşağının çektiği acılar, ödenen ağır bedeller, çocuklarını yiyen ülkede anne olmak, kadın olmak, evlat acısı... Hepsi ağır gelecek biliyorum, yaralarını kanatamam yeniden. Bu yüzden sussak, ben sormasam;  gözlerinde, ellerinde, duruşunda arasam cevaplarımı. "Kalbin, aklın tanımadığı gerekçeleri vardır.'' satırı düşmüş bir kere hatırıma...

Kahvemiz bittiğinde eve davet etsem. Kağıda koysam somonları, biraz deniz tuzu, biraz karabiberle. Yanına da verev doğranmış bir pırasa, bir de havuç, azıcık beyaz şarap döksem, azıcık da zeytinyağı gezdirsem. Kağıdı sıkıca sarıp koysam tepsiye, yanına brokoliler, üzerlerine  zeytinyağı, tuz ve karabiber sadece. Fırın iki yüz derecede, on on beş dakikaya pişse hepsi, biz şaraplarımızı yudumlayıp masayı hazırlarken. Yemek uzun sürse, o unutulmaz filmin unutulmaz sahnesindeki müzik eşlik etse bize, içimde yankılansa şiiri:

kurtarmak için kayıp ruhunu şehrin 
gizli, viran bir kapıdan giriyor 

başında erguvan tacı 
erguvan giyinmiş 
yaraları erguvan 
münkir bir keşişin gölgesinin ardından 
kutsal bilgeliğe doğru yürüyor.





* sayfa 117

5 Aralık 2013 Perşembe

Meftune






Rüyalar biz kadınların tekelinde sanki. Erkekler pek rüya görmediklerini söylerler. Ya da onlara öyle geliyor; zira bilim her gece rüya gördüğümüzü söylüyor. Rüya görmedim diyen hatırlamıyormuş; içimizde/ ıssızlarımızda/ kuytularımızda yaptığımız bu renkli gezintiyi biz kadınlar mı önemsiyoruz acaba daha çok? Freudyen yaklaşımla: günlük hayatta derinlere ittiğimiz, toplumsal kontrol mekanizmalarını içselleştirip, tek düzeleştirmeyi becerdiğimiz ruhlarımız çırılçıplak günyüzüne -yoksa gece yüzüne mi demeliyim- çıkıveriyor; yönetmeni, ''recisörü'', senaristi, çoğunlukla başrol oyuncusu kendimiz olmak üzere.

Yıllar önce görüp, unutamadığımız rüyalarımız var, üç beş yılda bir tekrarlayan rüyalarımız var, hatta arkası yarın kıvamında, devamını çektiğimiz soap opera rüyalarımız...

Sınav rüyalarımız var, öğrenim hayatım biteli on altı yıl olmuş, ben hala arada adını bilmediğim, kitabını açmadığım sınavları beklerim derslik kapısında. Çocuklukta yatağa çiş yaparken kendimizi tuvalette gördüğümüz rüyalar sonlandı çok şükür. Hem kaçınız koynunda uyanan adama, geceleyin yazdığınız senaryoda başka kadınla kol kolaydı diye ters ters bakmadı hıı?

Rüyalara çağlar boyunca geleceğin habercisi olarak bakılmış. Yunan Mitolojisi'nden tutun da farklı dinlere, hatta İbn-i Haldun'a, Hipokrat'a kadar. Biz eksik kalır mıyız? Laboratuvarda da çalışsak, en okumuş, en yazmış, en aklı selimimiz de olsa rüyalarımızdan anlam çıkarma çabamız oluyor işte. Anlamlar çıkarmaya çalışıyoruz rüyalarımızdan, koca fanusunu önüne almış, suratında koca beni, elinde sigarasıyla yaşlı bir çingene kadını dinler gibi. Hatta işi ileri götürüp ''Rüya Tabirleri'' kitabını yanından eksik etmeyenlerimiz var, annem gibi.

Bazı sabahlar annemi arıyorum rüyamı anlatmak için. Biz kadınlar birbirimize anlatırız rüyalarımızı, erkeklere değil. Onlar anlamıyorlar, bir yerlerin açık kalmışla başlayıp, işte bunu istiyorsun da ondan görmüşsün bu rüyayı diye devam eden basit açıklamalarla yetinirler. Bıktım senin rüyalarından ya da her gece nasıl rüya görüyorsun şaşkınlığı, uçmuşsun sen yakıştırmaları...


Çoktandır uçuk kaçık rüyalarımı görmüyorum diyordum ki... İki gece önce çok sevdiğim bir blogger arkadaşımı gördüm  rüyamda. Bu ara yazmıyor, sınıf annesi de olmuş, çocukların peşine koşturmaktan helak olmuştur garibim diye düşünmüşken; kocayı boşamış da Belçika'ya gitmiş meğer ! Yani benim senaryom böyle! Gerçi benim pek çok rüyamın yanında çok masum kalıyor ama, bana neyse kocasını mı boşamış, uzaklara mı gitmiş?

 Rüyamda yemek gördüm deyip, konuyu bağlamamı  bekliyorsanız yanılıyorsunuz. Elbet görmüşlüğüm vardır. Ama önemsiz, iz bırakmamış rüyalar olmalı ki anımsamıyorum şimdi hiç birini. Amaaa rüyalara girecek güzellikte bir yemek var şu fotoğrafta. Tatil köyü menülerinden fırlama bir yaklaşımla ''meftune rüyası'' diye de değiştirebiliriz hatta ismini! 

Kış gelmiş, patlıcanlar çaput gibi,  hiçbir haz  vermiyor olabilir. Ama  illa ki şimdi anlatacağım meftuneyi! Benim gibi patlıcana olan sevgisi nam salmış biriyseniz yutkunabilirsiniz fotoğrafa bakarken, tarifi okurken.- O en üstte duran sap kısmı patlıcana olan sevgimin ıspatıdır zaten ki.- TDK sözlükte meftun sözcüğü ''tutkun, gönül vermiş, vurgun'' anlamına gelir der. Arapça kökenli imiş. Diyarbakır, Mardin civarında sıklıkla yapılıyor.  Böylesine nefis bir yemeğe verilebilecek en uygun isim sanırım. 

Tarifi Nilüfer Hanım'dan öğrendim, kendisine tekrar tekrar teşekkür ediyor, onun anlattığı haliyle sizlere aktarıyor, #blogfırtınası beşinci gün ödevimi tamamlamanın mutluluğunu yaşıyorum efendim.


Bir kilogram kuzu etini kızgın yağda önce mühürleyip, sonra rengi dönene kadar çevriştirin. Kapağı kapalı olarak kısık ateşte kendi suyunda yumuşayana kadar  pişsin.Üzerine sırasıyla  iri doğranmış ve tuzlu suda beklemiş altı yedi adet  patlıcanı, altı yedi adet sivri biberi, beş adet de domatesi doğrayarak dizin. Aralarına beş altı diş sarımsak serpiştirin. Varsa sumak ekşisi, yoksa bir su bardağı  suda yarım su bardağı dolusu sumağı bekletin ve iyice rengi çıktığında süzün. Süzdüğünüz suyu, bir yemek kaşığı domates ve yarım yemek kaşığı acı biber salçası ile karıştırıp yemeğin üzerine gezdirin. Tuzunu da ayarlayıp kaynadıktan sonra kısık ateşte patlıcanlar yumuşayana kadar pişirin. Pişen yemeğe servis sırasında bolca dövülmüş sarımsak ekliyoruz. Afiyet olsun. 

4 Aralık 2013 Çarşamba

artık...



Kavanozu açtı, zeytinyağının içinde bekleyen kuru domateslerden aldı, kıyıp bir dilim tost ekmeğinin üzerine yaydı, diğer kavanozdan aldığı közlenmiş isot biberleri de,  biraz kaşar, sucuk. Tostunu yaptı, yanına da demli bir çay doldurdu. Akşam öğünüydü bu. Yalnızlığı seçtiğinden beri yemek ve ev işlerini de unutmuştu. Mümkün mertebe kolay yollu hallediyordu bu meseleleri. Yalnızlığı seçtiğinden beri tek bir yaprak dahi sarmamıştı, ne kek, ne kurabiye pişirmişti. Envai çeşit alet edevatı vardı oysa bir vakitler mutfağında.

Kediyi ve şiir kitaplarını almıştı yalnızca evden. Her şeyi bırakıp çıkmıştı.  Tıka basa dolu iki valizi almadığına şaşırmıştı adam.  Neler yoktu ki o valizlerde: saç teli, içilmiş sigara, fotoğraflar, notlar yazılmış küçük kağıtlar, tavşan niyetleri, toka, anahtarlık, hatta kürdan, çorap, gazeteden kesilmiş kağıt parçaları, kırık tek küpe, peçete ve başka bir dolu anı parçası... Sorsanız tek tek her birinin hikayesini anlatabilirdi bir çırpıda.

Hiçbirini almamıştı; kedi ve şiir kitaplarını yalnızca.  Uyumsuz, aksi, geçimsizdi. Birkaç işe girmiş çıkmıştı, tutunamamıştı. Öyle bir arzusu da yoktu zaten, bu kopukluk onun isteğiydi. Terkedişler, vazgeçişler, terli sevişmeler, yeni başlangıçlar, düşüp düşüp kalkmalar, unutmaklar biriktiriyordu artık...



3 Aralık 2013 Salı

Davut Paşa Köftesi



Blog fırtınası üçüncü gün ödevimiz dünyada dilediğimiz bir yere gidip, sonrasını anlatmak. Aslında ben seçmedim gideceğim yeri. Hüzün ve umut yüklü şarkıların kırılgan, sitemkar sesi Feyruz çağırdı;  Amin Maalouf'un, Halil Cibran'ın topraklarına.

Kaç kere yerle bir olduğunu bilemediğim, üzerine küller yağmış şehrin dar sokaklarında yürümüşüz Feyruz ile.  Delik deşik duvarlar yüzümüze vurmuş savaşın kanattığı halkların belleğini. Uzaklardan onun şarkıları çalınıyor kulaklarıma; dilini bilmesem de hissedebiliyorum aşkı, barışı, umudu, hıçkırıkları... Hatta bir çoğu öyle tanıdık ki  ben de türkçe mırıldanabiliyorum mesela...

Olmuş yani bunlar, olamaz mı? Akşam üstü şehir ışıldarken mesela, acıkmışız ikimiz de. Bu zengin mutfağın aromatik, baharatlı  onlarca çeşidinden hangisini tadacağımı şaşırmışım mesela. Falafel, humus, bir dolu deniz ürünleri, isimlerini sayamadığım mezeler, müceddere, maklube,  tatlılar, tabbule, semsek, kibbe, zahter, lebeniye... Kaliteli şaraplar da cabası...

Bu arada Feyruz bana bir hikaye anlatmış:1861-1869 yılları arasında Lübnan'da valilik yapmış Ermeni kökenli bir beyefendi imiş Davut Paşa. Az sonra tarifini vereceğim köfteyi kendisi yaratmış. Lübnanlılar bu köfteyi öyle sevmişler ki, bölgede Osmanlı yönetimi kalmamış ama köfteyi Daoud Bacha ismiyle hala yaparlarmış.

Bir kilo kıymaya iki buçuk yemek kaşığı dövülmüş pirinç (robotta da çekebilirsiniz biraz ufalansın yeter) bir yumurta, bir orta boy kuru soğanın rendesi, iki buçuk yemek kaşığı çam  fıstığı, ince kıyılmış beş altı dal maydonoz, beş altı dal dereotu, beş altı dal taze nane, yarım çay kaşığı tarçın, tuz, karabiber katarak köfte yoğurulur, şekil verilirmiş. Köfteler az yağda, kapaklı bir tavada kızartılır, tavadan alınırmış. Aynı tavaya kabuğu soyulmuş ince doğranmış domatesler, iki üç diş sarımsak, tuz, karabiber konur, sos kaynayınca köfteler de eklenir ve kısık ateşte on dakika kadar daha tıkırdarmış.

Sonra bir şarkısının dizelerini öğrenmişim ben, gözlerim dolmuş, olamaz mı?



Senin adını eski bir kayaya yazdım,
Sen benim adımı kumdan bir yola yazdın
Yarın yağmur yağacak,
Senin adın kalacak ama benimki silinecek

Seni yazın sevdim, kışın sevdim
Seni yazın bekledim, kışın bekledim
Gözlerim yaz, gözlerin kış
Buluşmamız ey sevgilim,
Yazın ve kışın ötesinde…

2 Aralık 2013 Pazartesi

şöyle olsun böyle olsun


Sonra tren rayları geçsin günlerin içinden*

ağır, telaşsız, bildiğince...

hem
sensizlik parmağımda bir cam kesiği sevgilim
acıyor, kanıyor
kırmızı
ılık
durmuş seyrediyorum yalnızca
kanatıp kanatıp
kimselerin tanımadığı kuşlar taşıyorum göğsümde
ve o kuşlar mavileri yırtıyorlar buğulu sesleriyle
belkinin muğlaklığı, sakladığı bütün temenniler rayları boyasın turuncuya
vapurlar da geçsin istiyorum hem
peşi sıra martılar
kireci dökülmüş avlular saklamaya devam etsin çocukluk korkularımı
gidilmemiş uzaklar beklemeye
çocuklar sokakta oynamaya
şehir akmaya devam etsin
her kabuk bir öncekini gizlemek içinse sevgilim
yani öyle demişse Gülten Akın
matruşka kalplerimiz kırılamaz mı artık?
yani bu kuşatılmışlığın ortasında biz
şahane ezgiler kulağımızda
sıcak çaylarımızı yudumlayamaz mıyız pencere önünde?
kucağımızda kediler
küçük tabaklarda hani senin de sevdiğin komşu tarifi çörekotlu tuzlu kurabiyelerle?

* Cümle Murathan Mungan Kibrit Çöpleri kitabı Şöyle Olsun Böyle Olsun isimli öykücükten alınmış, tarafımdan devam ettirilmiştir. 

Aralık ayı #blogfırtınası ikinci gün ödevidir.

Çörekotlu tuzlu kurabiyelerin tarifi için Zeynep'çiğime teşekkür eder, denediğinizde pişman olmayacağınızı söylemeyi görev bilirim. Yazdıklarımı o şahane ezgiyi dinleyerek okumanızı isterim. 

sevgiler, saygılar...




1 Aralık 2013 Pazar

Bir Varmış Bir Yokmuş



Bir varmış bir yokmuş...

Bu bir kılıç balığının değil somon balığının öyküsüymüş... Tatlı sularda başlayıp, tuzlu sularda devam eden mucizevi, esrarlı bir o kadar da zorlu bir yolculuğun...

Kilometrelerce yol katettikten sonra akıntıya karşı yüzerek doğdukları sulara geri dönen; yolculuk boyunca kirli sularla, büyük balıklarla, kuşlarla, ayılar ve diğer yabanıl hayvanlarla  mücadele eden, engel tanımayan efsanevi bir maceranın masalıymış belki de onlarınki.

Bedenlerindeki uyum yeteneği ile, yön bulma yetenekleri ile şaşırtan pembe güzel balıklar... Tatlı suda doğan bedenleri nasıl oluyor da tuzlu suda yaşamaya, sonra yeniden tatlı suda yaşamaya evriliyor, nasıl oluyor da yolculuğunu tamamlayıp evine döndüğünde tam da hayata başladığı nehir çukurunu bulabiliyor henüz geçerli  açıklamasını bulamamışız biz evrenin en güçlü hakimleri.

Ancak döndüğü yuvasında yumurtlayıp neslinin devamını sağlayan, döllenmeden sonra hayatı biten somonları umursamaz bir tavırla avlayan bizler neslini bitirme aşamasına kadar getirmeyi de iyi bilmişiz. Sonra aklımız başımıza gelmiş de ekonomik getirisi yüksek bu balığı yasalarla korumaya almış, çiftlikler kurarak yaşatmaya çaba göstermişiz.

Ve soruyorum kendime: bu denli zor bir yolculuğu göze alabilir miyim? Bu denli azimli ve kararlı olabildim mi hiç? Somon balığının öyküsü  gelip bu noktada kilitleniyor bende. Siz nerelere varırsınız bilemem. Velhasıl veremediğim cevaplar içimdedir, benimdir, bana kalandır...

Bugün yazının başlangıç cümlesini ben belirlemedim değerli okuyucu.  Son aylarda blog yazmadaki tutukluğumuz geçer mi, yazma disiplinimiz gelişir mi diye düşünen taşınanlar olmuş. #blogfırtınası demişler adına. Elimden geldiğince -kendimi zorlayarak bazen - katkıda bulunacağım. Bugünden itibaren Aralık ayı boyunca her gün yazmaya gayret edeceğim.    


Daha dün somonlu tariflere başlamıştık ya yine bir somon tarifi olması şarttı bu durumda, söz vermiştim. Yine tavada yapıyoruz somonu ama bu sefer biraz daha çeşnili. Somon dilimlerini soya sos, taze zencefil, susam yağı, deniz tuzu, limon kabuğu rendesi, azıcık bal, susam ve karabiberle marine ediyoruz en az yarım saat önceden. Bu sürenin sonunda yine yağlamadığımız yapışmaz yüzeyli bir tavaya derili kısmı alta gelecek şekilde bırakıyoruz, orta  ateşte. Üç dört dakika sonra diğer tarafını çevirip yine üç dört dakika pişiriyoruz, kurutmadan alıyoruz servis tabağına. Alacağınız muhteşem koku ile sarhoş olacaksınız, şaşırmayın.

Yanına lezzeti tamamlayan nefis bir tat daha koymayı ihmal etmeyin derim. Rendenin iri tarafından geçirdiğiniz patatesleri, gözenekli bir bezin arasına alıp sıkın iyice, suyu kalmasın patateslerin. Elinizi de çabuk tutun lütfen, kararmasına izin vermeyin. Tuz, karabiber, biraz da ince kıyım maydonoz, dereotu hepsini bir kasede karıştırın bir güzel. Tavaya azıcık sıvı yağ alıp kızdırın orta ateşte. Patatesli harçtan kaşıkla alarak ve bir yandan düzelterek mücver gibi kızartın, altın sarısı.

Biraz da yeşillik koydunuz mu tabağa, şarabınız da varsa beyazından sizden keyiflisi olmasın hani...



LinkWithin

Blog Widget by LinkWithin